İKİ ŞARAPÇI
Yirmi yaşlarındaydım, çok içiyor, kötü
besleniyordum ama güçlüydüm hâlâ. Bedenen demek istiyorum, ki hayatımda
her şeyin ters gittiğini düşünürsen bu da bir şanstı. Beynim kaderime
isyan ediyordu ve bu isyanı bastırmanın tek yolu içmek, içmek ve
içmekti. Yürüyordum; çoraplarım keçeleşmişti. kokuyorlardı. Çiviler
ayakkabılarımın tabanını delip ayağıma batıyorlardı. Mukavva veya gazete
koyuyordum tabanlara ama bir süre sonra çiviler onu da deliyor, ya
mukavvayı değiştiriyordum bulabilirsem, ya da eskisini çeviriyor veya
şeklini değiştiriyordum.
Bir kamyon durdu yanımda. Oralı olmadım, yürümeye devam ettim. Kamyon tekrar yanıma geldi, şoför bir süre yanımda sürdü.
“Evlat.” diye seslendi, “iş ister misin?”
“Kimi öldüreceğim?”
“Kimseyi öldürmeyeceksin,” dedi adam, “bin.”
Kamyonun öbür yanına dolandığımda kapı
açıktı. Basamağa basıp tırmandım, deri koltuğa oturup arkama yaslandım.
Güneşten kurtulmuştum.
“Ağzına alırsan sana beş dolar veririm,”
dedi adam. Sağımı midesine, solumu kulağı ile ensesinin arasında bir
yere gömdüm ve çenesine bir sağ aparkütle devam ettim. Kamyon yoldan
çıktı. Direksiyonu kavrayıp kamyonu yola soktum, kontak anahtarını
kapattım ve frene bastım. Kamyondan inip yürümeye başladım. Beş dakika
sonra kamyon yine yanımdaydı.
“Kusura bakma, evlat,” dedi adam.
“Yanlış yaptım. İbne olduğunu ima etmek istememiştim. Hafif ibnemsi bir
halin olduğunu itiraf etmeliyim ama. Hem ibne olmak ayıp mı?”
“İbneysen değildir herhalde.”
“Hadi,” dedi adam, “sana gerçekten iş vereceğim. Biraz para kazanır, kendine gelirsin.”
Bindim kamyona. Sürdü.
“Kusura bakma,” dedi, “yüzün hayli sert ama ellerine baksana. Ellerin çok zarif, kadın eli gibi.”
“Ellerim seni fazla meşgul etmesin.”
“İş kolay değil. Ray yükleyeceksin. Ray yükledin mi hiç?”
“Hayır.”
“Zor iştir.”
“Hayatım boyunca zor işlerde çalıştım.”
“Pekala,” dedi adam, “öyle olsun.”
Bir süre konuşmadan yol aldık. Kamyon sarsılıp duruyordu. Tozdan başka bir şey yoktu, toz ve çöl. Adamın yüzü bir şeye benzemiyordu, hiçbir yeri bir şeye benzemiyordu. Ama bazen aynı işte uzun süre çalışan insanlar biraz prestij ve güç edinebiliyorlardı. Altında kamyon vardı ve işe insan alıyordu. Katlanmak zorunludur bazen.
Bir süre sonra yol kenarında yürüyen
yaşlıca birini gördük. Kırk beş yaşlarında olmalıydı. Yaşlıdır kırk beş
yol için. Bay Burkhart, bana adını söylemişti, yavaşlayıp adama, “Hey
ahbap, birkaç dolar kazanmak isler misin?” diye seslendi.
“İstemez olur muyum!” dedi babalık.
“Yanaş biraz,” dedi Bay Burkhart bana.
Babalık kamyona tırmanıp yanıma oturdu
ve iğrenç kokuyordu içki, ter, ıstırap, ölüm. Birkaç binanın olduğu bir
yere geldik. Burkhart’la kamyondan inip bir dükkana girdik. Bileğine
lastikler geçirmiş yeşil gözlüklü biri vardı tezgahta. Adam keldi ama
kollan uzun iğrenç sarı kıllarla kaplıydı.
“Merhaba Bay Burkhart,” dedi adam, “görüyorum iki şarapçı daha bulmuşsunuz kendinize.”
“işte liste, Jesse,” dedi Bay Burkhart
ve Jesse işe koyuldu. Epeyi zaman aldı siparişleri hazırlaması. “Başka
bir şey var mı. Bay Burkhart? İki şişe de ucuz şarap ilave edeyim mi?”
“Ben şarap istemem,” dedim.
“Ben isterim,” dedi moruk. “İki şişeyi de alayım.”
“Hesabından kesilecek,” dedi Burkhart.
“Olsun,” dedi moruk, “hesabımdan kesilsin!”
“Bir şişe de sen istemediğinden emin misin?” diye sordu Burkhart bana.
“Peki,” dedim, “bir şişe de ben alayım.”
Burkhart bir çadır verdi bize. O gece
çadırda şarap içtik ve babalık bana sorunlarından söz etti. Karısı onu
terk etmişti. Hâlâ aşıktı karısına. Aklından hiç çıkmıyordu. Olağanüstü
bir kadındı. Eskiden matematik öğretmeniydi. Ama karısını kaybetmişti.
Yoktu karısı gibi kadın. Kafamı ütüledi.
Sabah uyandığımızda moruk hastaydı, ben
de hiç iyi değildim ve güneş doğmuştu, yakıyordu ve iş başı yaptık: ray
yüklüyorduk. Üst üste dizmek zorundaydık. Alt seviyede pek
zorlanmıyorduk ama üste çıktıkça saymak zorunda kalıyorduk. “Bir. iki,
üç!” diyordum ve bırakıyorduk rayı.
Babalık bir bandana bağlamıştı başına.
Alkol başından bandanaya boşalıyordu. Alkol terliyordu. Bandana
sırılsıklam olmuş, koyu bir renk almıştı. Arada sırada bir kıymık çürük
eldiveni delip elime batıyordu. Başka koşullarda acısı dayanılmaz olur.
işi bırakmak zorunda kalırdın. Yorgunluk insanın hislerini köreltiyordu
ama. Elime her kıymık battığında korkunç bir öfke duyuyordum sadece.
Birini öldürmek geliyordu içimden ama etrafıma bakındığımda kum, kaya ve
ortalığı kavuran parlak sarı güneşten başka bir şey göremiyordum ve
kaçabileceğim bir yer yoktu.
Demiryolları arada sırada eski rayları
söküp yeni ray düşüyordu. Söktükleri rayları yol kenarına bırakıyorlardı
ve Burkhart gibi uyanıklar onları bizim gibi kerizlere taşıtıp kamyona
yüklettikten sonra satıyordu. Oldukça kullanışlı olmalıydılar.
Çiftliklerde tel örgü yapımında kullanıldığını görmüştüm. Başka kullanım
alanları da vardı eminim. İlgilenmiyordum.
Bütün imkansız işler gibiydi. Yoruluyor
ve mola vermek istiyordun ama yoruldukça mola vermeyi unutuyordun ve
zaman ilerlemiyordu, bir dakikanın içinde sonsuzluğu yaşıyordun,
ümitsiz, çaresiz, tuzakta, mola veremeyecek denli sersemlemiş ve gidecek
yerin olmaksızın.
“Karımı kaybettim, evlat. Eşsiz kadındı. Hiç aklımdan çıkmıyor. İyi bir kadın değerli bir elmastır.”
“Evet.”
“Biraz şarabımız olsaydı keşke.”
“Yok biraz şarabımız. Geceyi beklemek zorundayız.”
“Şarapçıları kimse anlayabilir mi acaba?”
“Şarapçılar sadece.”
“Elimize batan kıymıklar kalbimize yürür mü sence?
“Sanmam. Kısmetimiz yok bizim.”
iki kızılderili gelip bizi izlemeye
koyuldular. Uzun süre izlediler. Morukla bir sigara molası verip
raylardan birine oturduğumuzda kızılderililerin biri kalkıp yanımıza
geldi.
“Siz işi bilmiyorsunuz,” dedi.
“Ne demek istiyorsun?”
“Çöl sıcağının en dayanılmaz olduğu saatte çalışıyorsunuz. Sabah erken kalkıp hava ısınmadan işi bitirmeye bakmalısınız.”
“Haklısın,” dedim, “sağol.”
Haklıydı Kızılderili. Sabah erken
kalkmaya karar verdim. Bir kez bile kalkamadık ama. Moruk felaket
akşamdan kalma oluyordu, bir kez bile kaldıramadım.
“Beş dakika daha.” diyordu, “beş dakikacık.”
Sonunda moruk pes elti bir gün. Tek bir ray daha kaldıracak gücü kalmamıştı. Özür dileyip duruyordu.
“Boşver babalık, takma kafana,” dedim. Çadıra dönüp akşam olmasını bekledik.
Babalık uzanmış anlatıyordu. Eski karısından söz ediyordu. Sabah akşam
eski karısını dinlemekten fenalık gelmişti bana. Derken Burkhart geldi.
“Çalışmamışsınız bugün. Toprağın bereketinden yaşamaya mı karar verdiniz?”
“işi bıraktık Burkhart,” dedim, “paramızı bekliyoruz.”
“Aklımdan size para ödememek geçmiyor değil.”
“Aklın varsa ödersin,” dedim.
“Lütfen Bay Burkhart,” dedi babalık, “lütfen, canla başla çalıştık, yemin ederim!”
“Bay Burkhart yaptığımız işin farkında,” dedim, “kaç sıra ray dizdiğimizi benim gibi o da biliyor.”
“Yetmiş iki sıra,” dedi Burkhart.
“Doksan sıra,” dedim.
“Yetmiş altı sıra,” dedi Burkhart.
“Doksan sıra,” dedim.
“Seksen sıra,” dedi Burkhart.
“Sattım,” dedim.
Burkhart eline kağıt kalem alıp
hesabımızdan şarap, yemek, yol ve yatak düştü. Beş gün için on sekizer
dolar düştü babalıkla payımıza. Aldık. Burkhart kasabaya beleş bıraktı
bizi. Beleş mi? Her açıdan düzmüştü bizi Burkhart. Kanun diye
bağıramıyordun ama, paran yoksa kanun işlemiyordu.
“Öyle sarhoş olacağım ki,” dedi babalık, “küfelik olacağım. Ya sen evlat?”
“Sanmıyorum,” dedim.
Kasabanın tek barına girip oturduk.
Babalık şarap söyledi, ben bira. Babalık eski karısına sardırmaya
başladı yine. kalkıp barın öbür ucuna gittim. Merdivenden Meksikalı bir
kız indi. Gelip yanıma olurdu. Neden hep böyle merdivenden inerler,
filmlerdeki gibi? Bir filmde oynuyormuş gibi hissetmiştim kendimi hatta.
Ona bir bira söyledim. “Adım Sherri,” dedi ve ben, “Ama bu bir
Meksikalı ismi değil,” dedim ve o, “Olmak zorunda değil,” dedi ve ben.
“haklısın,” dedim.
Yukarı çıkmak beş dolardı. Önce yıkadı
beni ve sonra. Üstünde birbirlerini kovalayan civcivler resmedilmiş
küçük beyaz bir tasla yıkamıştı beni. On dakikada benim bir gün ve
birkaç saatte kazandığım parayı kazanmıştı. Ekonomik açıdan bakınca
yarıklı doğmanın kamışlı doğmaktan çok daha kârlı olduğu tartışılmazdı.
Merdivenden indiğimde babalık tezgahın
üstünde sızmıştı bile; bütün gün bir şey yememiştik, direnci kalmamıştı.
Başının yanında bir dolar ve biraz madeni para vardı. Onu da yanıma
almayı düşündüm bir an. Kendi başımın çaresine bakamıyordum ama. Dışarı
çıktım. Hava serindi, kuzeye yürüdüm.
Babalığı orada tek başına küçük kasaba
akbabalarına terk etmek koymuştu bana. Eski karısı onu hiç düşünür mü,
diye geçirdim aklımdan. Düşünmediğine karar verdim, düşünse bile onun
düşündüğü gibi düşünmediği kesindi. Dünya babalık gibi acı çeken
zavallılarla doluydu. Yatacak bir yer bulmalıydım.
Meksikalı kızla
yattığım yatak iki haftada yattığım ilk yatak olmuştu.
Birkaç gece önce hava soğuduğunda
ellerime batan kıymıkların sızladıklarını fark etmiştim. Her birinin
nerede olduğunu biliyordum. Bu erkekler ve kadınlar dünyasından nefret
ettiğimi söyleyemezdim ama beni zanaatkarlardan ve tüccarlardan ve
yalancılardan ve sevgililerden farklı kılan bir şey olduğunun
farkındaydım ve şimdi, otuz yıl sonra, o gün iğrendiğim denli
iğreniyorum onlardan. Bu sadece bir insanın öyküsü, bir insanın bakış
açısı elbette. Okumayı sürdürürseniz bir sonraki öykü daha iç açıcı olur
belki. Umarım olur.
PAZAR GÜNLERİ
Kadınlardan konuşur, arabadan
indiklerinde bacaklarını dikizler, geceleri sevişen bir çift izlemek
ümidi ile pencerelerden içeri bakardık. Bir kez olsun izleyemedik ama.
Bir keresinde yatakta bir çift gördük, adam kadının üstüne çıkmıştı ve
nihayet, diye geçirmiştik içimizden ama kadın adamı üstünden itip, “bu
gece canım çekmiyor/’ dedikten sonra adama sırtını dönmüştü. Adam bir
sigara yakmış, biz de başka pencereler aramak üzere yürümeye
başlamıştık.
“Nasıl iş bu, benim kadınım bana hayatta sırtını dönemez!”
“Benimki de! Ne biçim erkekti bu?”
Üçümüzdük. Ben, Keltoş ve Jimmy. Büyük
günümüz pazardı. Pazar günleri Keltoş’un evinde buluşup tramvaya atlar,
Main sokağına giderdik. Tramvay bileti yedi sentti.
iki striptiz kulübü vardı o günlerde,
Follies ve Burbank. Burbank’deki striptizcilere aşıktık ve espriler daha
kaliteliydi. Burbank’ı yeğlerdik bu yüzden. Pornografik filmler oynatan
sinemaları da denemiştik ama filmler pornografik değillerdi, senaryo
ise hep aynıydı. İki herif saf bir kızı sarhoş eder, kız başına ne
geldiğini bile anlayamadan kendini kapısının önünde denizcilerle
kamburların...
Bu adam çok pisikopat be abi :))
YanıtlaSil