30 Kasım 2013 Cumartesi

Sorsan Herkes İyidir!


Ne Tuhaftır ki biri halımızı hatırımızı sorduğu zaman yalan da olsa hep iyiyim diyoruz. Bu bir alışkanlık oldu bizde kötü de olsak iyi de olsak hep iyiyiz diyoruz. Ben sizi bilmem ama biri beni sorduğu zaman hep iyiyim diyorum ve işin kötü tarafı ise aynı soruyu ben kendime sorduğumda bu resimdeki duvar gibi  kendimi yıkık, dökük, harabe olmuş gibi bir ruh haline bürünüyorum.

                                                                                                                       Ötekileştirdiğiniz Çocuğum

29 Kasım 2013 Cuma

Cem Adriana Süpriz Doğum Günü Klibi




Cem Adrian'ın 2013 yılında çıkarmış olduğu albümünün "Mutlu Yıllar" adlı parçasını Cem Adrianın  hayranları tarafından doğum günü hediyesi olarak kendisi için hazırlamışlar. Bir sanatçı için gurur verici birşey olsa gerek.

Cem Adrian Türkiye standartları üzerinde bir ses ve bana göre Cem Adrian antik yunan çağlarında yaşasaydı kesinlikle ses Tanrısı olurdu :))

Monou'ya göre bazı kadın adları

....
Magistri'ye göre bazı kadın adları varmış ki bunlarda çok tatlı, çok esrarlı bir büyü gizliymiş. Dur bakalım, bu konuda Monou neler söylüyor: 'Kadınlar saygı görürlerse buna Tanrılar da sevinirler. Kadınları hor gördükleri yerlerde Tanrılara yalvarmak boşunadır. Bir kadının ağzı daima temizdir, saftır.Bu ağız bir akarsu, bir güneş ışını gibidir. Bir kadının adı hoş, tatlı, hayali okşar olmalıdır... Uzun ve sesli harflerle sona ermeli ve bir duanın kelimelerini andırmalıdır....'
...

NOTRE DAME'IN KAMBURU (Viktor HUGO)

Barış Atay'dan Hükümete Mektup

Şu kadarını söyleyeyim. Böyle devam etmez, hiçbir dikta sonsuza kadar sürmez. Çünkü hiçbir toplum; sizin sandığınız ve buna güvendiğiniz kadar aymaz değildir.

Ben bu ülkenin, durmadan ötekileştirdiğiniz fertlerindenim. Bu ülkede; size rağmen insanca yaşayacağımıza olan inancı kaybetmeyenlerdenim. Ben geleceğine sahip çıkan ve bunu gasp etmeye çalışanlara hesap soran biriyim.

Uzun zamandır bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum. Şimdiye kadar karar verememem; sizden çekindiğimden değil, bir vatandaş olarak bana yaşattıklarınızın yarattığı hissi, insanlığımdan çıkmadan ve şu ana kadar taşımaktan gurur duyduğum insan yanımı yok etmeden nasıl yazabilirim diye düşünmektendi. Hala bilmiyorum ama deneyeceğim, çünkü artık dayanamıyorum.
2002'de, ilk geldiğiniz günü hatırlıyorum. Henüz neler olabileceği konusunda ayrıntılı bir değerlendirme yapma fırsatı bulamamıştım. Geçtiğimiz on yılda; yaşadığım ve sevdiğim bu ülkeyi, gün be gün, an be an biraz daha batağa saplayışınızı ve bundan aldığınız garip hazzı gördüm.

Ben bir oyuncuyum. Doğal olarak işim; karakter yaratmak, yarattığım karakterin psikolojisini anlamak ve duruma uygun bir alt metin oluşturmak. Ne yazık ki bu on yılda, başta başbakanınız olmak üzere hiçbirinizin nasıl bir psikoloji içerisinde olduğunuzu anlayabilmiş değilim. Sizlere hangi açıdan bakarsam bakayım, fantastik, sürreal, ve inanılması güç karakterler çıkıyor karşıma. Bu durumu sadece benim hayal gücümün eksikliği olarak tanımlayabilmeyi ve çözüme ulaşmayı çok isterdim fakat öyle değil. Bu olsa olsa; sizlerin, hayal bile edilemeyecek şeyler yapan ve bundan zerre kadar pişmanlık ya da rahatsızlık duymayan, psikoz yaşayan insanlar olduğunuzu gösterir. Çünkü hiçbir insan, bu kadar yanlışı ve zulmü ardarda yapıp, bunu normalmiş gibi anlatıp, bundan bir başarıymış gibi söz edip, zevk alamaz.

‘Yemin etmek’ ne demektir?

Yemin etmek tam anlamıyla ne demektir? Milletvekili olmak için gerekli midir? Yemin Allah huzurunda söz vermek değil midir? Dolayısıyla yemin etmek için inançlı olmak gerekmez mi? Milletvekili inançsızsa yemin etmek zorunda mıdır? İnançsız kişi laf olsun diye yemin ederse yemini sayılır mı? Yemini kim sayar, muhatabı kimdir? Yeminine sadık kalmayana ne olur? Kanunen cezası var mıdır? Devlet kurumlarında inanç gösterisi yasaksa mecliste neden yemin edilir? Dini sembol kabul edilen kıyafetlerle meclise girilemezken dini bir söylem olan yemin meclise nasıl girer? Dinle devlet işlerini birbirinden ayıracağım diye yemin etmek nasıl bir anlam taşır?
Öncelikle merak ettiğim laik bir ülkenin meclisinde acaba neden yemin edip duruluyor? Yemin etmek neden şart? Yemin etmek istemiyor madem vekiller...   etmesinler. Milletvekilleri yemin etse ne olur etmese ne olur? Yok, laf olsun diye sormuyorum... gerçekten etmeseler ne olur? Bilmemek ayıp değil ya, bilmiyorum ve bugün ben de sizlere soruyorum.

Yemin etmek vekiller tarafından özü itibariyle bir anlam taşımıyorken, üstelik bunu da herkes biliyorken, zorlama niye?.. Bu söylemimden sonra, kimse çıkıp da ‘yok canım, öyle demeyin, bu ülke bunca yıldır, bunca siyasi parti, kişi, asker, yargıç, hakim, bürokrat tarafından Allah inancı ve hesap verme korkusuyla yönetildi, ya yemin etmeseler nice olur halimiz?..’ demez herhalde...

Derseniz de, bu ülkede suçları kanıtlanmadığı halde halen hapiste yatan 110 bin tutukluyu, 12 Eylül darbesi ile yıllarca hapiste işkence görmüş 500 binden fazla insanı, yakınlarını, vesayet rejimleri dönemine ait 17 bin faili meçhulün ailesini pek inandıramazsınız... Yolsuzluk konularına hiç girmiyorum, sayfalar yetmez...


Köşe yazısının orjinal metnin tamammını okumak için bu linki kullanabilirsiniz

Esra Uçar - BUGÜN

Ötekileştirilen Kadınlarımız

Çağdaşlığın olmazsa olmazlarındandır kadın ve erkek eşitliği.

Lafta herkes bunu savunur ve söyler.
Uygulamada bunun nedense esamesi bile okunmaz…
Oysa hayatın her alanında, yaşamın ayrılmaz iki parçasıdır kadın ve erkek.
Erkeklik dürtüleri ön plana çıktığında, başımızın tacı yaparız kadınları.

Anadır onlar, bacıdır, eş ve sevgilidir. Öyle ki, onlarla ilgili kötü bir laf sarf edildiğinde hiç düşünmeden kan dökeriz. Cennetin bile anaların ayaklarının altında olduğuna inanarak çok büyük değer biçeriz kadınlarımıza.

Peki ya hayat mücadelesinin içine girdiğimizde, neden birden bire değişir ve arka plana atarız onları?!.
Neden değersizleştirip eksik etek görürüz?!.
Küçümseriz.

Çalışma hayatında erkek kadın eşitliğini bir kenara atarız. Dikkate bile almayız.
Ellerinin hamuruyla erkek işine bulaşmasını hazmedemeyiz.
Öteleriz, ikinci, üçüncü plana iteriz.

Erkeklerle aynı kulvarlarda koşabileceğine inanmayız. İnanmak istemeyiz…
Oysa dillendiremesek de, ellerinden her işin gelebileceğini çok iyi biliriz.

Biz erkeklerden daha detaycı, daha hırslı, daha düzenli ve tertipli oldukları için, el attıkları işlerde başarılı olmaları ya da işi kotarmaları gururumuza dokunur.
Ne de olsa onlar kadıdır.

Evde oturmalı, ortalıkta pek görünmemeli, sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemeli düşüncesiyle ötekileştiririz.

28 Kasım 2013 Perşembe

Çırılçıplak Bir Nilüfer

Olduğum her şey olmaktan vazgeçiyorum... Ve işte kendimi soyuyorum. Türk değilim, müslüman değilim, sünni değilim, erkek değilim, kırk üç yaşinda değilim, hiçbir meslekten değilim. Olduğum her şeyi olmaktan utanıyorum. Olduğum her şey olmaktan vazgeçiyorum ve onların yerine başka şey de olmuyorum.

Sonsuz bir nehirde hiçliğe akan köksüz ve kızıl bir nilüfer gibi çırılçıplak akıyorum. Ve hep aynı şeyi soruyorum: kendime kavuşabilmek için kendimden ne kadar soyunmalıyım? Siz kendinize kavuşabilmek için kendinizden ne kadar soyunmalısınız?

Türk, Kürt, Müslüman, Alevi, Sünni, Yahudi olarak ne kadar kendinizsiniz? Ne kadarınızı televizyon ve gazete haberleri oluşturuyor. Olduğunuz şeyler sizi kendiniz mi yapiyor, yoksa ruhunuzla teniniz arasındaki o büyük engelleri mi oluşturuyor taşıdığınız sıfatlar?

Hepimizin gözlerinde biriken o ortak hüzün, ortaklaşa taşıdığımız bir yorgunluğun sırtımıza yüklediği çaresiz keder değil mi? Ve artık kendimizden, yorgunluğumuzdan ve çaresizliğimizden soyunmamız gerekmiyor mu biraz? Hepimiz bir sürüye sığınan zavallı bir kuzu ve hepimiz bir sürünün parçası olmanın verdiği cesaretle bir kurt değil miyiz ve hep kendi kendimizi yemiyor muyuz?

Ötekileştirilen Çoçuklar

“Ötekileştirdiğimiz esmer tenli gözleri bulutlu sokakları mesken tutmuş çocuklara”

Hepimizin her yer de karşısına çıkan, gözlerimizi gözlerinden kaçırdığımız, görmezden geldiğimiz, onların aslında birer çocuk olduğunu unutmayı tercih ettiğimiz ötekileştirdiğimiz çocukların hikayesidir bu…

En çok  mahkeme tutanaklarında geçer adları, gazete sayfalarında gözleri bantlı ad ve soyadları rumuzlaştırılmış çocuklardır…Çoğunlukla esmer tenli, üstü başı yırtık, elleri tırnakları kararmış, kendilerine literatürde bulunmayan işler icat eden çocuklar…Kimisi hurdacı, kimisi karton- gazete  toplayıcısı, ayakkabı boyacısı, mezarlık sulayıcısı……

Sokaklar erken büyütür insanı…Hele açlık ve soğuk da eklenince elleri küçük, yüzleri çizğilenmiş büyük adamlar sarar etrafımızı..

Özgeçmişlerine baktığımızda çoğu Doğu illerinden gelme, en az 6-7 kardeş, yoksul ve dar gelirli aile çocuklarıdır..Kimisi 15-16’ sın da evine ekmek getirme telaşına girer, kimisi de yollara vurur kendini.…Yeni bir başlangıç için büyük kentleri bir umut görüp, yaşamın bir kıyısına kendilerini  iliştirme mücadelesine girişirler, yaşlarına ve boylarına  bakmadan…

Kendi coğrafyalarından, kültürlerinden, ailelerinden kopmuş (koparılmış) bu çocuklar, ne giyimleri ne duruşları ne de dilleriyle kentlerin cilalı görüntüsüne uyum sağlayabildiler… Onlar da kentlerin arka sokaklarını, gözden uzak parklarını, köprü altlarını seç(?)tiler…Kimi zaman “çevre kirliliği yarattıkları gerekçesiyle” bazı kentlerin iş bilir yetkililerinin emriyle  minibüslere doldurularak şehir dışlarına kedi yavrusu gibi bırakıldılar…Kendilerini bırakan araçlardan daha hızlı döndüler  kentlerin kalbine, çoktular, çocuktular…

Bugün üniversite mezunu olan binlerce insanın dahi iş bulamadığı büyük kentlere akın akın gelen  bu çocuklar, çok da fazla seçme şansları olmayan ve sonuç ta birer hırsız, birer yankesici, tinerci, kapkaçcı sıfatları adlarının başına eklenegelen çocuklar oluverdiler…

Yani suçlu(?) çocuklar, suça itilmiş çocuklardı artık  ve koca koca adamların yargılandığı mahkeme salonlarında  aynı tarzda yargılandılar,  yasalarımıza rağmen…

Büyük düşlerle çıktıkları yolların sonu, cezaevleri kapılarına çıktı…İstatistiklere baktığımızda artık toplumsal bir yara haline gelen, gelecekleri ve düşleri çalınmış bu  çocuklar, kendilerinden ümit kesilmiş bir kenarda unutulmuş kendilerinden vazgeçilmiş  çocuklardı...

Sırf biz geceleri rahat uyuyalım diye, kolumuzdan çantamız çekilmesin diye, neyi neden yaptığını sorgulamaya iş yoğunluğumuzdan vakit  ayır(a)madığımız, banka hortumcularının açıklarını kapatmakla meşgul olup bütçe  ayır(a)madığımız ya da önceliklerimiz arasına koy(a)madığımız ve bu nedenle gözlerden uzak tutmak için demir parmaklıklar arkasına kapatarak rehabilite ettiğimizi sandığımız ,  bizim “öteki çoçuklar” dı bunlar.…
Mahkeme tutanaklarına sanık sıfatıyla kaydettiğimiz, madalyonun öbür yüzünden baktığımızda, birer toplum mağduru olan çocuklarımız, geleceğimiz…

CMUK, Yeni adıyla CMK(Ceza Muhakemesi Kanunu) gereği  zorunlu müdafilik  sistemi nedeniyle tanıştığım çocuklardı çoğu…

Ölüler Böyle Sever

Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.

İKİ ŞARAPÇI

Yirmi yaşlarındaydım, çok içiyor, kötü besleniyordum ama güçlüydüm hâlâ. Bedenen demek istiyorum, ki hayatımda her şeyin ters gittiğini düşünürsen bu da bir şanstı. Beynim kaderime isyan ediyordu ve bu isyanı bastırmanın tek yolu içmek, içmek ve içmekti. Yürüyordum; çoraplarım keçeleşmişti. kokuyorlardı. Çiviler ayakkabılarımın tabanını delip ayağıma batıyorlardı. Mukavva veya gazete koyuyordum tabanlara ama bir süre sonra çiviler onu da deliyor, ya mukavvayı değiştiriyordum bulabilirsem, ya da eskisini çeviriyor veya şeklini değiştiriyordum.

Bir kamyon durdu yanımda. Oralı olmadım, yürümeye devam ettim. Kamyon tekrar yanıma geldi, şoför bir süre yanımda sürdü.
“Evlat.” diye seslendi, “iş ister misin?”
“Kimi öldüreceğim?”
“Kimseyi öldürmeyeceksin,” dedi adam, “bin.”

Kamyonun öbür yanına dolandığımda kapı açıktı. Basamağa basıp tırmandım, deri koltuğa oturup arkama yaslandım. Güneşten kurtulmuştum.
“Ağzına alırsan sana beş dolar veririm,” dedi adam. Sağımı midesine, solumu kulağı ile ensesinin arasında bir yere gömdüm ve çenesine bir sağ aparkütle devam ettim. Kamyon yoldan çıktı. Direksiyonu kavrayıp kamyonu yola soktum, kontak anahtarını kapattım ve frene bastım. Kamyondan inip yürümeye başladım. Beş dakika sonra kamyon yine yanımdaydı.
“Kusura bakma, evlat,” dedi adam. “Yanlış yaptım. İbne olduğunu ima etmek istememiştim. Hafif ibnemsi bir halin olduğunu itiraf etmeliyim ama. Hem ibne olmak ayıp mı?”
“İbneysen değildir herhalde.”
“Hadi,” dedi adam, “sana gerçekten iş vereceğim. Biraz para kazanır, kendine gelirsin.”
Bindim kamyona. Sürdü.
“Kusura bakma,” dedi, “yüzün hayli sert ama ellerine baksana. Ellerin çok zarif, kadın eli gibi.”
“Ellerim seni fazla meşgul etmesin.”
“İş kolay değil. Ray yükleyeceksin. Ray yükledin mi hiç?”
“Hayır.”
“Zor iştir.”
“Hayatım boyunca zor işlerde çalıştım.”
“Pekala,” dedi adam, “öyle olsun.”

Çekilmez Bir Adam


Çekilmez bir adam oldum yine
Uykusuz, aksi, lanet
Bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi
Azgın bir hayvan döver gibi
O gün çalışıyorum
Sonra birde bakıyorsun ki
Ağzımda sönük bir cigara gibi tembel bir türkü
Sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün
Ve beni çileden çıkarıyor büsbütün
Kendime karşı duyduğum nefret ve merhamet
Çekilmez bir adam oldum yine
Uykusuz, aksi, lanet
Yine her seferki gibi haksızım
Sebep yok olması da imkansız
Bu yaptığım iş ayıp rezalet
Fakat elimde değil
Seni kıskanıyorum.

Nazım HİKMET